Yaşam, bir armağandır...
OSHO'nun "Martıları Seven Adam" kitabından bir bölüm;
Hayatın en büyük sırrı - ve bunu asla unutma - bir armağan olmasıdır. Sen bunu hak etmedin. Bu bir hak değil. Sana bahşedilmiş, onu kazanmadın. Bunu anladığında pek çok şey açıklığa kavuşacaktır.
Yaşam bir armağan ise o zaman hayata dair her şey bir armağan olacaktır. Mutluluk, aşk, meditasyon güzel olan her şey yüce olanın, bütünün sana bir armağanıdır. Bunu hak etmen mümkün değildir ve varoluşu seni mutlu etmeye zorlayamazsın, veya seni sevecen kılmaya, veya seni meditasyona yöneltmeye. Bu tür çabalar egoya aitir. Çabanın ta kendisi mutsuzluk yaratır. O çaba seni mahvetmektedir, intiharla eşdeğerdedir. Amerikan anayasasında mutluluğun peşinde koşmak - ve ona en temel hak derler - bir hak olarak verilir. Mutluluğun peşinde koşmak imkansızdır. Kimse bunu yapamamıştır. İnsanın beklemesi gerekir ve bu asla bir "hak" değildir. Hiç bir mahkeme seni mutlu olmaya veya mutluluğu senin yanında kalmaya zorlayamaz. Devletin uygulayacağı hiç bir güç seni mutlu etmeyi başaramaz. Hiç bir dış kaynak sana mutluluğu sağlayamaz.
Amerika'yı kuranlar çok temel bir hata yapmışlar. Besbelli Thomas Jefferson mutlulukla ilgili pek fazla bir şey bilmiyordu. Politikacılar bilemez onlar yeryüzündeki en mutsuz kişilerdir. (.....)Mutluluğun peşinde koşunca yakalanabilecek, hak edilecek ısrarla talep edilecek, kazanılacak bir şey olduğu fikri çok aptalca. Kimsenin mutlu olma hakkı diye bir şeyi yok. Mutlu olabilirsin, ama bunun hakla alakası yoktur. Eğer mutluluğun hakkın olduğuna inanırsan onu her seferinde ıskalarsın, çünkü işe en baştan ters yöne bakarak başlarsın.
Bu niye böyledir? Yaşam bir armağansa eğer, yaşama ait her şey, yaşamın içindeki her şey de birer armağandır. Onu bekleyebilirsin, ona karşı açık olabilirsin, teslim olabilir, sabırla bekleyebilirsin, ama talep edemezsin ve zorlayamazsın. Emile Coue, Jefferson'dan daha uyanıktı. Emile Coue, ters etki adını verdiği bir kuralı keşfetti. Bazı şeyler vardır ki yapmaya çalıştığın zaman tam tersi olur. Eğer yapmaya kalkışmazsan yapmayı başarabilirsin. Uyumak istiyorsun ne yapabilirsin? Polisten yardım mı isteyeceksin? Uyuyamadığın zaman ne yapacaksın? Ne yaparsan yap rahatın kaçacak çünkü tüm çabaların uykuyu engelleyecek. Uyku çabasızlık durumudur. Tamamen rahatlarsan, hiç bir şey yapmadan, yavaş yavaş uykuya dalarsın. Ona doğru yüzemezsin ancak sürüklenirsin. Bu iş bilinçli çabayla olmaz. (.....)
Uyumak istediğinde ne yaparsın? Hiç bir şey yapmazsın. Sadece sakin bir şekilde beklersin. Uykunun sana gelmesine izin verirsin - onu zorlayamazsın. Talepkâr olamazsın, "gel" diye emir veremezsin. Gözlerini kapatıp karanlık bir odada başını yastığa koyup beklersin.. Beklerken uykuya dalarsın. Bir bulutun kayıp gitmesi gibi senin de bilincin kapanır. Tüm kontrolü yitirirsin. Kontrolü kaybetmelisin; yoksa uyuyamazsın, çünkü kontrol haline olan parçan bilincindir. Onun geri çekilmesi gerekir. Kontrolün tamamen elden bırakılması gerekir. O zaman, ne zaman neden ve nasıl olduğunu bilmezsin uyursun. (.....)
Kanun şudur: Direkt olarak uğraşma. Mutluluğun peşinde koşulmaz. Ancak ikna edebilirsin. İkna dolaylı yapılır. Bir saldırı değildir. Harekete geçersin ama direkt olarak değil, çünkü direkt olunca saldırganlaşıyorsun. Hiç bir şey şiddet kadar direkt değildir ve hiç bir şey direkt davranış kadar şiddetli değildir.
Yaşam daireler şeklinde hareket eder, direkt olarak değil. Dünya güneşin etrafında döner. Güneş daha büyük bir güneşin etrafında döner. Galaksiler, tüm evren dönerek hareket eder. Mevsimler dönerek değişir. Çocukluk, gençlik, yaşlılık hepsi dönüşümlüdür. Yaşam daireseldir asla direkt gitmez. Direkt hedefe saplanan ok gibi değildir. Ok insan icadıdır. Yaşamda ok gibi bir şey bulunmaz. Ok insanın şiddet dolu beynidir. Ok iki nokta arasındaki en yakın yolu seçer. Ok'un çok acelesi vardır, hep zamanla yarışır, ama varoluşun acelesi yoktur.
Geçen gün "İsa manyakları"na ait bir broşür geçti elime. Yüzde doksan dokuzu tamamen zırvaydı, ama yüzde biri de pek güzeldi! Ve eğer sadece yüzde biri bile güzelse bu da bir şeydir, çünkü hristiyan din adamlarına gidersen onların yüzde yüz zırvaladıklarını görürsün. O yüzde bir gerçekten anlamlıydı. Şöyle diyordu: "Acele ölümcüldür! Acele zaman kaybıdır." Varoluş acele etmez, Tanrı sonsuz bir sabırla hareket eder. Tanrı aylaktır, tembel tembel dolanır. Hatta Tanrı hiç bir yere gitmiyordur zaten gideceği yere varmıştır o. O yüzden hedefi yoktur. Ok dans edip duruyordur; herhangi bir hedef bulacağı da yoktur; hedef yoktur ki. Hedef sadece olmaktır. O yüzden Tanrı, varoluş, bütün çiçeklerin yaz gecesinde havada asılı kalan parfümleri gibi ortada dolanır durur öylesine gider gelir, gidecek belli bir yeri olmadan.
Ve Tanrı'nın sabrı sonsuzdur. Titizlikle çalışır, hem de çok dolaylı yollardan. Bir bebek yaratır ve bu dokuz ay alır. Çevresinde ona verimlilik konusunda danışmanlık yapacak uzmanlar yoktur besbelli. Bu olan milyonlarca yıldır süregelmektedir ve o hiç yeni bir şey öğrenmemiştir; yoksa bir bebeğin dokuz dakikada ortaya çıkmasını sağlayacak yöntemler geliştirebilirdi! Niye dokuz ay? Ve ta en baştan beri aynı şeyi yapmıştır; yeni bir şey öğrenmemiştir. Uzmanlara, özellikle de verimlilik uzmanlarına danışmalıdır. Onlar ona toplu üretim konusunda yardımcı olup bu kadar vakit harcamamasını sağlayabilirler - bebek başına dokuz ay!
Ama durum sırf bebeklerde böyle değildir - çiçeklerde sonsuz sabır ister; kuşlar, hatta bir çimen bile sonsuz ihtimam ve zaman ister. Acelesi yoktur. Hatta adeta Tanrı zamanın hiç farkında değildir. Zamansızlık içinde var olur, eğer onunla birlikte olmak istiyorsan acele etme; yoksa onu kaçırırsın. O hep burada ve şimdi tembellik ediyor olacaktır ve sen hep oraya ve o zaman gidiyor olursun, sen hep bir ok gibi olursun ve o bir ok gibi değildir. Varoluşla birlikte olmak mutluluktur,canlılıktır, meditasyon halidir.
Ama insanın bütün eğitimi her şeyi daha hızlı yapmak üzerine kuruludur. Hız kendi başına bir değer gibi gözükmektedir. Ama değildir. Kendi içinde ancak delilik yaratabilir - nitekim yaratmıştır da.
Dolaylı hareket et. Peki dolaylı ne demek?
Arayışın ta kendisi seni mutsuz kılar. Nerede arayacaksın? Nasıl arayacaksın? Beyin asla mutlu olmaz. Beyin senin mutsuzluğunun toplamıdır. Beyin senin mutsuz geçmişinin toplamıdır, yaşadığın tüm acıların, benliğinde bir yaradır. Ve beyin aramaya peşinde koşmaya çalışır sen de ıskalarsın. Mutsuzluğu unutunca aniden mutlu olursun. Huzuru unutunca birden karşına çıkar. Aslında hep senin yanındaydı, ama sen orada değildin .Sen düşünüyordun, Gelecekte erişilecek bir hedef var, kazanılacak mutluluk var, yaşanacak huzur var. Senin aklın gelecekteydi ve halbuki mutluluk tıpkı çiçeklerin parfümü gibi çevrende dolanıyordu.
Evet Tanrı aylaktır. Hep bir yerlerde tembellik eder durur ve sen arayışında fazla ileri gittin. Evine dön! Ve sadece mutlu ol. Mutluluğu boşver. Yaşam bir armağan olarak verilmiş, mutluluk da öyle olacak; bütünden gelen bir armağan, kutsal bir hediye.
Çok fazla arayışa girince içine kapanıyorsun, arayışın kendi stresi seni kapatıyor. Çok fazla arzulayınca o arzunun kendisi öyle bir gerginliğe yol açıyor ki mutluluk bir türlü içine nüfus edemiyor. Mutluluk aynen uyku gibi sana gelir, huzur da öyle. Kendini serbest bırakınca, izin verince, bekleyince gelir.
Aslında gelirler demek de doğru değil; zaten oradalar. Kendini serbest bırakınca onları görüp hissedebiliyorsun, çünkü rahatlıyorsun. Rahatlayınca daha duyarlı oluyorsun ve mutluluk da gayet belli belirsiz bir şeydir, yaşamın kreması, özü. Tamamen gevşeyip rahatladığında, hiçbir şey yapmadığında, hiçbir yere gitmediğinde, hiç bir hedefi amacı düşünmediğinde, ok değil de yay gibi olduğunda, gevşek ve rahat olduğunda - oradadır.
Deniz AYDIN

Deniz kenarında yaşayan ve martıları seven bir adam vardı. Her sabah denize inip martılarla dolaşırdı. Yanına sayılamayacak kadar çok, yüzlerce kuş gelirdi. Bir gün babası ona dedi ki: "Martıların seninle dolaşmaya geldiklerini duyuyorum - bir kaçını bana getir de oynayayım." Ertesi gün, deniz kıyısına gittiğinde, martılar başının üstünde turladılar ama aşağı inip yanına gelmediler.
Hayatın en büyük sırrı - ve bunu asla unutma - bir armağan olmasıdır. Sen bunu hak etmedin. Bu bir hak değil. Sana bahşedilmiş, onu kazanmadın. Bunu anladığında pek çok şey açıklığa kavuşacaktır.
Yaşam bir armağan ise o zaman hayata dair her şey bir armağan olacaktır. Mutluluk, aşk, meditasyon güzel olan her şey yüce olanın, bütünün sana bir armağanıdır. Bunu hak etmen mümkün değildir ve varoluşu seni mutlu etmeye zorlayamazsın, veya seni sevecen kılmaya, veya seni meditasyona yöneltmeye. Bu tür çabalar egoya aitir. Çabanın ta kendisi mutsuzluk yaratır. O çaba seni mahvetmektedir, intiharla eşdeğerdedir. Amerikan anayasasında mutluluğun peşinde koşmak - ve ona en temel hak derler - bir hak olarak verilir. Mutluluğun peşinde koşmak imkansızdır. Kimse bunu yapamamıştır. İnsanın beklemesi gerekir ve bu asla bir "hak" değildir. Hiç bir mahkeme seni mutlu olmaya veya mutluluğu senin yanında kalmaya zorlayamaz. Devletin uygulayacağı hiç bir güç seni mutlu etmeyi başaramaz. Hiç bir dış kaynak sana mutluluğu sağlayamaz.
Amerika'yı kuranlar çok temel bir hata yapmışlar. Besbelli Thomas Jefferson mutlulukla ilgili pek fazla bir şey bilmiyordu. Politikacılar bilemez onlar yeryüzündeki en mutsuz kişilerdir. (.....)Mutluluğun peşinde koşunca yakalanabilecek, hak edilecek ısrarla talep edilecek, kazanılacak bir şey olduğu fikri çok aptalca. Kimsenin mutlu olma hakkı diye bir şeyi yok. Mutlu olabilirsin, ama bunun hakla alakası yoktur. Eğer mutluluğun hakkın olduğuna inanırsan onu her seferinde ıskalarsın, çünkü işe en baştan ters yöne bakarak başlarsın.
Bu niye böyledir? Yaşam bir armağansa eğer, yaşama ait her şey, yaşamın içindeki her şey de birer armağandır. Onu bekleyebilirsin, ona karşı açık olabilirsin, teslim olabilir, sabırla bekleyebilirsin, ama talep edemezsin ve zorlayamazsın. Emile Coue, Jefferson'dan daha uyanıktı. Emile Coue, ters etki adını verdiği bir kuralı keşfetti. Bazı şeyler vardır ki yapmaya çalıştığın zaman tam tersi olur. Eğer yapmaya kalkışmazsan yapmayı başarabilirsin. Uyumak istiyorsun ne yapabilirsin? Polisten yardım mı isteyeceksin? Uyuyamadığın zaman ne yapacaksın? Ne yaparsan yap rahatın kaçacak çünkü tüm çabaların uykuyu engelleyecek. Uyku çabasızlık durumudur. Tamamen rahatlarsan, hiç bir şey yapmadan, yavaş yavaş uykuya dalarsın. Ona doğru yüzemezsin ancak sürüklenirsin. Bu iş bilinçli çabayla olmaz. (.....)
Uyumak istediğinde ne yaparsın? Hiç bir şey yapmazsın. Sadece sakin bir şekilde beklersin. Uykunun sana gelmesine izin verirsin - onu zorlayamazsın. Talepkâr olamazsın, "gel" diye emir veremezsin. Gözlerini kapatıp karanlık bir odada başını yastığa koyup beklersin.. Beklerken uykuya dalarsın. Bir bulutun kayıp gitmesi gibi senin de bilincin kapanır. Tüm kontrolü yitirirsin. Kontrolü kaybetmelisin; yoksa uyuyamazsın, çünkü kontrol haline olan parçan bilincindir. Onun geri çekilmesi gerekir. Kontrolün tamamen elden bırakılması gerekir. O zaman, ne zaman neden ve nasıl olduğunu bilmezsin uyursun. (.....)
Kanun şudur: Direkt olarak uğraşma. Mutluluğun peşinde koşulmaz. Ancak ikna edebilirsin. İkna dolaylı yapılır. Bir saldırı değildir. Harekete geçersin ama direkt olarak değil, çünkü direkt olunca saldırganlaşıyorsun. Hiç bir şey şiddet kadar direkt değildir ve hiç bir şey direkt davranış kadar şiddetli değildir.
Yaşam daireler şeklinde hareket eder, direkt olarak değil. Dünya güneşin etrafında döner. Güneş daha büyük bir güneşin etrafında döner. Galaksiler, tüm evren dönerek hareket eder. Mevsimler dönerek değişir. Çocukluk, gençlik, yaşlılık hepsi dönüşümlüdür. Yaşam daireseldir asla direkt gitmez. Direkt hedefe saplanan ok gibi değildir. Ok insan icadıdır. Yaşamda ok gibi bir şey bulunmaz. Ok insanın şiddet dolu beynidir. Ok iki nokta arasındaki en yakın yolu seçer. Ok'un çok acelesi vardır, hep zamanla yarışır, ama varoluşun acelesi yoktur.
Geçen gün "İsa manyakları"na ait bir broşür geçti elime. Yüzde doksan dokuzu tamamen zırvaydı, ama yüzde biri de pek güzeldi! Ve eğer sadece yüzde biri bile güzelse bu da bir şeydir, çünkü hristiyan din adamlarına gidersen onların yüzde yüz zırvaladıklarını görürsün. O yüzde bir gerçekten anlamlıydı. Şöyle diyordu: "Acele ölümcüldür! Acele zaman kaybıdır." Varoluş acele etmez, Tanrı sonsuz bir sabırla hareket eder. Tanrı aylaktır, tembel tembel dolanır. Hatta Tanrı hiç bir yere gitmiyordur zaten gideceği yere varmıştır o. O yüzden hedefi yoktur. Ok dans edip duruyordur; herhangi bir hedef bulacağı da yoktur; hedef yoktur ki. Hedef sadece olmaktır. O yüzden Tanrı, varoluş, bütün çiçeklerin yaz gecesinde havada asılı kalan parfümleri gibi ortada dolanır durur öylesine gider gelir, gidecek belli bir yeri olmadan.
Ve Tanrı'nın sabrı sonsuzdur. Titizlikle çalışır, hem de çok dolaylı yollardan. Bir bebek yaratır ve bu dokuz ay alır. Çevresinde ona verimlilik konusunda danışmanlık yapacak uzmanlar yoktur besbelli. Bu olan milyonlarca yıldır süregelmektedir ve o hiç yeni bir şey öğrenmemiştir; yoksa bir bebeğin dokuz dakikada ortaya çıkmasını sağlayacak yöntemler geliştirebilirdi! Niye dokuz ay? Ve ta en baştan beri aynı şeyi yapmıştır; yeni bir şey öğrenmemiştir. Uzmanlara, özellikle de verimlilik uzmanlarına danışmalıdır. Onlar ona toplu üretim konusunda yardımcı olup bu kadar vakit harcamamasını sağlayabilirler - bebek başına dokuz ay!
Ama durum sırf bebeklerde böyle değildir - çiçeklerde sonsuz sabır ister; kuşlar, hatta bir çimen bile sonsuz ihtimam ve zaman ister. Acelesi yoktur. Hatta adeta Tanrı zamanın hiç farkında değildir. Zamansızlık içinde var olur, eğer onunla birlikte olmak istiyorsan acele etme; yoksa onu kaçırırsın. O hep burada ve şimdi tembellik ediyor olacaktır ve sen hep oraya ve o zaman gidiyor olursun, sen hep bir ok gibi olursun ve o bir ok gibi değildir. Varoluşla birlikte olmak mutluluktur,canlılıktır, meditasyon halidir.
Ama insanın bütün eğitimi her şeyi daha hızlı yapmak üzerine kuruludur. Hız kendi başına bir değer gibi gözükmektedir. Ama değildir. Kendi içinde ancak delilik yaratabilir - nitekim yaratmıştır da.
Dolaylı hareket et. Peki dolaylı ne demek?
Arayışın ta kendisi seni mutsuz kılar. Nerede arayacaksın? Nasıl arayacaksın? Beyin asla mutlu olmaz. Beyin senin mutsuzluğunun toplamıdır. Beyin senin mutsuz geçmişinin toplamıdır, yaşadığın tüm acıların, benliğinde bir yaradır. Ve beyin aramaya peşinde koşmaya çalışır sen de ıskalarsın. Mutsuzluğu unutunca aniden mutlu olursun. Huzuru unutunca birden karşına çıkar. Aslında hep senin yanındaydı, ama sen orada değildin .Sen düşünüyordun, Gelecekte erişilecek bir hedef var, kazanılacak mutluluk var, yaşanacak huzur var. Senin aklın gelecekteydi ve halbuki mutluluk tıpkı çiçeklerin parfümü gibi çevrende dolanıyordu.
Evet Tanrı aylaktır. Hep bir yerlerde tembellik eder durur ve sen arayışında fazla ileri gittin. Evine dön! Ve sadece mutlu ol. Mutluluğu boşver. Yaşam bir armağan olarak verilmiş, mutluluk da öyle olacak; bütünden gelen bir armağan, kutsal bir hediye.
Çok fazla arayışa girince içine kapanıyorsun, arayışın kendi stresi seni kapatıyor. Çok fazla arzulayınca o arzunun kendisi öyle bir gerginliğe yol açıyor ki mutluluk bir türlü içine nüfus edemiyor. Mutluluk aynen uyku gibi sana gelir, huzur da öyle. Kendini serbest bırakınca, izin verince, bekleyince gelir.
Aslında gelirler demek de doğru değil; zaten oradalar. Kendini serbest bırakınca onları görüp hissedebiliyorsun, çünkü rahatlıyorsun. Rahatlayınca daha duyarlı oluyorsun ve mutluluk da gayet belli belirsiz bir şeydir, yaşamın kreması, özü. Tamamen gevşeyip rahatladığında, hiçbir şey yapmadığında, hiçbir yere gitmediğinde, hiç bir hedefi amacı düşünmediğinde, ok değil de yay gibi olduğunda, gevşek ve rahat olduğunda - oradadır.
Deniz AYDIN